“İnsan yaşlanmaya başladığında doğal olarak, gelecekten çok dönüp geçmişe bakar,”* der bir yazar. Bugünlerde geçmişin kalın sayfaları arasında bir sorunun cevabını arıyormuş gibi karıştırıp duruyorum anıları. Onlar öyle gizemli çağrışımları içinde barındırıyorlar, en umulmadık anlarda ortaya çıkıyorlar ki hepsini görmüş, yaşamış, öğrenmiş olmak tuhaf bir haz bırakıyor içimde.

Fırtına çıkan bir geceyi hatırladığımda, sokaklarda tek başına dolaşan âşık bir genci görüyorum. Güneşli bir yaz sabahında sırtına aldığı sepetten yükselen taze simit kokusunu… Gazetenin sayfaları arasında dolaşırken fotoğraflı bir haber sonra, tanıdık bildik insanların ölüm haberleri. Hepsi eskimiş sokak taşları gibi yerinden sökülüyor.

Aldıklarının yerine neler koyuyor hayat?

O günlerde neler yapıyordum ben? Hayatımda kaç sıkıntıyı çözümlemiş, yeni tatil planları yapıyorken araya giren başka sorunlarla boğuşma taktikleri mi geliştiriyordum, bilinmez. Okula yeni mi başlamıştım yoksa? Belki de sessizlik içinde birkaç hafta geçirdiğim Kuruçeşme’deki balkonu şimdi hatırlamanın sırası değildir. Anılar bazen güçsüz yakalar insanı. Sisler içerisinden beliren bir görüntü içindekilerin yer değiştirmesine sebep olur. Sandığın gibi olmadığını öğrenmek belki yaşanılanı daha belirsiz kılar. Yok olur gider bazı duygular. Bazı duygular perçinlenir. Hastalıklı bir hal alır insan.

Birkaç el silah sesi gelir dışarıdan. Bahçecik sırtlarından mı gelir o ses? Yankılandığı vadide ağaçlar yeni yaprak açıyordur. Biri ağaçların arasından yavaş adımlarla seğirterek yürüyordur belki. Özellikle kendi gençliğinde portakal ağaçlarının, hurmaların, dallarından elma sarkan ağaçların yerinde şimdi meyve vermeyen ağaçların bırakıldığını görüp üzülüyordur. Bir akşam balkondan kentin ışıklarına bakarken, sekip göğsünden içeri giren kurşunla yaşamını yitiren küçük bir çocuğu hatırlamamak için kendini zorladığını; ama o anda bu görüntünün yerine aklına başka bir şey getiremeyecek kadar başının ağrıdığını düşünerek yürüyordur o yolda.

Nuraniye Camisinin hemen oradaki evin yanında, tarlaların arasında beliren patika yolda dura dura çıkıyordur asfalta. Yaz akşamları çocuklar incir ağaçlarının altında oturup konuşurlardı. Biri yoldan geçmeye görsün; sesleri alçalır, fısıltıya dönüşürdü. O birileri kaybolunca yine yeni ergen sesleriyle kabaca konuşurlardı. Şimdiki gibi keneden filan korkmazdı insanlar. Buldukları çimenlere yayılırlardı gece gündüz rahatlıkla. Ellerindeki bira şişelerini keyifle tokuştururlar, bazen de en acılı şarkılarla gönüllerinin içine kaçmış akrebin daha fazla sokmaması için yardım beklerler birbirlerinden. Pencerelerde beliren başlar azalır, ışıklar cılızlaşıp sönerken kalkıp evlerine gitmek istemezlerdi. Arkalarında bulunan tepecikte birkaç ev vardı sadece. Bahçecik iki adımda gidilebilecek kadar yakın gelmezdi o yaşlarda onlara. Ağaçların altı boş… Kimsesiz kalmış gibi kurumuş dallar göğe doğru uzanmış.

Birbiri içine geçmiş evlerde geç saatlere kadar ışıklar yanıyor. Evlerden yükselen televizyon sesi bazen bir filme aittir. Bazen de birkaç ahbabın koyu muhabbetine… Yakında yapılacak seçimlere dair fikir yürütmeler, bir akşam önce oynanmış maçın tartışması duyulur hâlâ o evlerde. Sokaklar bekçilerden arındırılmış, bir bakıma yalnız bırakılmış ya da kedilere,  köpeklere emanet edilmiş. O karanlık gecelerde evlerine doğru yalnız başına gitmeye çalışan insanların içlerinde değişmez bir korku büyüdü zamanla. Sokaklar insanların tedirgin olduğu, her an başlarına bir felaket gelebilecekmiş gibi hissettiği karanlıkları büyütüyor.

Benim çocukluğumun geçtiği Kuran Kursu Mahallesinde de bu korkular yaşanıyordu. Yaşımız küçük olduğundan başka mahallelere karanlık bastıktan sonra gidemiyorduk. Yaşları birbirine yakın gençler bir arada hareket eder, kendi mahallelerinden olmayanları sokaklarından geçirmezdi. Belli başlı mahallelerde giderek büyüyen çetelerden söz edilirdi. Kendi aralarından üstünlük kurmaya çalışırlardı. Gecenin köründe kalabalık gruplar olarak tekme tokat birbirlerine girerlerdi. Çocuk aklıma korkular üşüşürdü. Kuran Kursu Mahallesinden Ayasofya’ya giderken ışıklı dükkânların önünde birkaç kişi gördüğümde, karşı kaldırıma geçerek yürürdüm. O zamanlar, şimdi yaşadığım Erdoğdu’nun da benzer sıkıntıları var mıydı bilmiyorum. Şimdilerde bazı sokak başlarında işsiz gençlerin kümeleşmeleri tedirginlik yaratıyor büyüklerde. Özellikle anneler, çocuklarını dışarıda kalmamaları için tembihliyorlar. Geç saatlerde ışıklar sönüyorsa da belli korkuların ışıkları hep yanıyor.

Yaşları otuzu bulmuş adamlar işsizliğin vermiş olduğu sıkıntıyla hep kahve önlerinde dikiliyor, okul bahçelerini geç saatlerde, içki içtikleri mekânlara dönüştürüyorlar. Mahalle sakinleri her ne kadar şikâyetçi olup, huzurlarını bozan bu gençleri uyarmak için çeşitli yollar denese de çözüm için çok ciddi adımlar atılamıyor.

Kentimizde giderek değişen kültüre rağmen şiddetin kol gezdiği sokakların sayıları artıyor. Uyuşturucu batağına saplanmak üzere olanlar, kötü alışkanlıkların kucağına düşmüş olanlar, hayattan umudunu kesmiş insanlarımız toplumu olumsuz etkilemeyi sürdürüyor. Kapıları birbirine bitişik evlerde birlikte büyüyen, kilitsiz odalarda uyuyan o çocuklar da tedirgin şimdi, aileleri de…

Bir gece yürüyüşü yapmaya kalktığınızda siz de yaşlanan kent gibi anılarınızı sayıklayacaksınız, içinizde bir yerlerde o sızıyı duyumsayarak…

*Güneş Karabuda