Türk tarihine idam, kötü muamele ve insan hakları ihlalleriyle kazınan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin üzerinden 38 yıl geçti. O kara günleri bizzat yaşayan önemli isimler İhlas Haber Ajansı’na (İHA) darbe sürecinde yaşadıklarını aktardı, anılarını paylaştı. Mahir Damatlar yattığı koğuşu İHA ekibiyle gezerken dostu Muhittin Çolak ile karşılaşmanın şaşkınlığını yaşadı. Damatlar, "O gün tuğla gibi iddianameyi alıp da idamla yargılandığını gören arkadaşlar biraz durgunlaştılar. O gece ben de dahil hepimiz hayalimizde ipi boynumuza taktık ve kendimizi astık" dedi.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren başkanlığında gerçekleşen 12 Eylül darbesi ile Türkiye Cumhuriyeti, silahlı kuvvetlerinin yönetime üçüncü müdahalesini yaşamıştı. Darbe sürecinde 650 bin kişi gözaltına alındı, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 binden fazla kişi için de idam cezası istendi. 517 kişinin ölüm cezasına çarptırıldığı süreçte, 50 kişi idam edildi. Vatandaşlıktan 14 bin kişinin çıkarıldığı bu dönemde, yaklaşık 100 bin kişi örgüt üyesi olma suçundan yargılandı, 30 bin kişi ise sakıncalı olduğu iddiasıyla işten çıkarıldı. O kara günleri bizzat yaşayan önemli isimler İhlas Haber Ajansı’na (İHA) darbe sürecinde yaşadıklarını aktardı.

"Cezaevi değil taş medreseydi"

İHA ekibi ilk olarak 12 Eylül’de Ülkü Ocakları yöneticisi olarak tutuklanan ve aylarca işkence gören Mahir Damatlar ile Ulucanlar Cezaevi Müzesinde bir araya geldi. 1978’de Muhsin Yazıcıoğlu’nun isteği üzerine Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde görev alan Damatlar, 12 Eylül’de yakalandığında Mamak’ta C-5 adı verilen özel sorgu odasına götürülerek 32 gün boyunca Filistin askısında elektrikli işkence gördü. 1983’de Denizli’ye, 1984’de İzmir’e götürülen Damatlar buralarda da işkence gördü. O dönem yattığı ülkücüler koğuşuna giren Damatlar, "Koğuşta duruma göre bazen 80 kişi bazen 120 kişi kalıyordu. Bazen toplu müdahalelerin olduğu olaylarda dışarıdan 30-40 kişi gelirdi, 1 ay kadar burada nüfus patlaması olurdu. Koğuşta kendi aramızda bir disiplin ve teşkilat vardı. Cezaevinde bir genel başkan vardı, 3 koğuşun da başkanı olan, bir de koğuşun kendi başkanı vardı. Yıllarca burada genel başkanlık yapan Selahattin Arpacı isminde bir arkadaşımızdı. Burada bir okul gibi eğitim, kültür, sosyal çalışmalar, tiyatro çalışmaları gibi, seminer, kitap çalışmaları yapılırdı. Yani buraya okuma yazma bilmeyen birisi bile girse, teşkilatlarda seminer verebilecek bir kültürle çıkardı. Onun için biz buranın adına cezaevi değil de ’taş medrese’ derdik, ’Yusufiye’ derdik. Burada insanların hayati disipline oluyordu" şeklinde konuştu.

"Gardiyanlar gizlice koğuşu gözetlerdi"

Koğuşu gezen Damatlar, cezaevinin restorasyonunu idare ile birlikte yaptıklarını belirtti. Şuan restore edilmiş ve dönemin gazetelerinin asılı olduğu duvarda eskiden dolapların olduğunu söyledi. Tavan yakın kısımdaki bölmeleri gösteren Damatlar şuan ki kamera sistemi yerine o dönemde küçük camlar ardından gardiyanların koğuşu gözetlediklerini belirtti. Damatlar, "Gardiyanlar geceleri gizlice izlerdi. Bazı adli mahkumlar kumar oynar, uyuşturucu kullanırlardı. Bütün koğuşlarda bu üstten gözetleme vardır" dedi. Kendi yattığı ranzayı gösteren Damatlar, "Şu arka tarafta da ülkücüler başkanı kalırdı. Onun kaldığı yerde kütüphane yanındaydı, biraz daha perdeli, özeldi. Burası ağabey kardeş diyaloğu içinde, muhabbetin, sevginin, kardeşliğin, vefanın, adanmışlığın bir merkezi haline dönüşüyordu. İnsanlar burada nefis terbiyesi yapıyordu" diye konuştu.

Duvarda asılı eski fotoğraflara dikkat çeken Damatlar, cezaevi hayatı boyunca kendisinin pek fazla fotoğrafı olmadığını dile getirdi. Damatlar, koğuşu gezdiği esnada Muhittin Çolak ile denk geldi, iki dost kucaklaştıktan sonra Damatlar, "Muhittin ağabey ülkü ocaklarını ilk kuran insandır, rüzgarın oğlu Muhittin olarak bilinir romanlarda. Dışarıda ayrılmayız da burada ilk defa karşılaştık. Kürkçü dükkanı gibi burası, buralardan neler neler yetişti" ifadelerinde bulundu.

"O gün hepimiz hayalimizde ipi boynumuza taktık"

İdamla yargılandıklarını öğrendiklerinde hissettikleri o tarifsiz duyguyu ve güçlü durma çabalarını anlatan Damatlar, koğuştaki bir ranzanın kenarına oturdu ve o günlere gitti, "1981 yılının Nisan ayında bizim iddianamelerimiz verildi. Gittik savcılıktan iddianamelerimizi aldık, tuğla gibi kalın kalın iddianameler. Tabi herkes önce kendi sayfasını açtı neden yargılanıyoruz diye. Baktık hepimiz idam ile yargılanıyoruz. İdam soğuk bir şey, 12 Eylül dönemi, bir kaç arkadaşımız da idam edildi zaten. O gün iddianameyi alıp da idamla yargılandığını gören arkadaşlar biraz durgunlaştılar. Dedik ki ’arkadaşlar bugün herkes yatsın kendisini idam edilmiş gibi hissetsin, yarın da bu işi konuşalım’ dedik. O gün ben de dahil hepimiz hayalimizde ipi boynumuza taktık ve kendimizi astık. Ertesi gün bir çember oluşturduk arkadaşlara sordum, Mustafa sen idama nasıl gideceksin? O da, ’ben ellerimi kelepçelettirmem, gözümü bağlatmam çıkarım sehpaya tanrı türkü korusun ve yüceltsin derim, boynuma takarlar’ dedi. Adnan sen nasıl gidersin? ’Ben de gözümü bağlatmam, çıkarım oraya hatta bir çingeneye de tekme vurdurtmam gerekirse kendim vururum tekmeyi’ dedi. Bir dakika bu intihar olur, şunu bir araştıralım dedik.. Baktık ki herkes idamla alay ediyor, idam kolaylaşıverdi. Ben de arkadaşlara, biz hepimiz Yarabbi son nefeste bize La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah demeyi nasip eyle dedik, Allah’da şimdi onu karşımıza çıkarttı dedim. O günden sonra idam diye bir dert olmadı, kimse idamı kafasına takmadı, çünkü kutsal bir davaya inanıyorsun. Ölümün şekli idam olmuş, kurşun olmuş çok da fark etmiyordu" diye aktardı.

"Bunlardan 20 kişiyle ben Ankara’yı fethederdim"

İçeride olmanın zorluklarından bahseden Damatlar, dışarıdan kardeşlerinin şehit olduğu haberi aldıklarında duydukları acıya değinerek, "O zaman buralar dar geliyordu bize, dışarıda olmak istiyorduk. Aramızda bulunan 15-16 yaş grubu ile ben ölüme koşarım çünkü onlar dönüp arkasına bakmazlardı. Onların önünde kimse durmazı, çocuk olmadılar onlar. Belki 13-14 yaşlarında parka giyip, ellerini yüzlerini sarıp bakıldığında 20’li yaşlarda zannedilecek ama küçük arkadaşlarımızdı. Bunlardan 20 kişiyle ben Ankara’yı fethederdim diye bakıyordum. Onlar yeter ki güvenebilecek bir başkan, bir ağabey görsünler" dedi.

Şehsuvaroğlu: "İhtilal onları bir koğuşta bir araya getirdi"

12 Eylül’ün bir diğer tanığı Lütfü Şehsuvaroğlu da darbelerin bir ülkeyi ne hale getirebileceğinden İHA muhabirine bahsetti. Hamamönü’nde bir kitabevi bulunan Şehsuvaroğlu, burada kendi kaleme aldığı kitaplarının arasında yazma ruhunun kendisine babasından geçtiğini ve bu sayede Kafes gibi nice eserler yazdığını dile getirdi. Babasının tayini çıkmasıyla Ankara’ya geldiğini ve burada okuduğunu ifade eden Şehsuvaroğlu, "12 Eylül’e kadar hem okudum hem de dergilerde yazdım. İlk kitabımı 1974’te Millet Gazetesinde tefrika edildi, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi. İlk kitabımı yazdığımda 17-18 yaşındaydım. O dergiler faslından sonra 12 Eylül oldu, 12 Eylül’den çıktıktan sonra da Kafes’i yazdım. Bu idealist gençlerin döneme etkisi, sağada solda vuruşanlar, bir davaya başını koymuş olanlar kahramanlardır. Onlar ülkeleri için savaştılar" değerlendirmesinde bulundu. Sağ ile sol kesimi İspanya iç savaşında savaşan taraflar olarak örneklendiren Şehsuvaroğlu, "Biri faşist cephede, biri komünist cephede savaşıyorlar. İkisi de çocukluklarında arkadaşlarmış, birbirilerine sormuşlar ne için savaşıyorsun diye, ikisi de İspanya için demiş. Öyle değerlendirmek lazım" dedi.

Bütün gençliği bir araya getirmek için çok uğraştıklarını dile getiren Şehsuvaroğlu, "Sadece Necip Fazıl ile değil Atilla İlhan’la da görüşürdük. Sol içinde milli olabilen Mehmet Ali Aybar gibi isimlerle teşrik-i mesai yapmaya çalıştık. Ama sonra zaten ihtilal onları bir koğuşta bir araya getirdi" diye kaydetti.

Hayatta karşı karşıya, mezarda yan yana

Yönetime el koyan cuntacı askerler, acısı yıllarca hafızalardan silinmeyecek idam kararlarının da mimarı oldu. Darbeden sonra ilk idamlar, 9 Ekim 1980 tarihinde gerçekleşti. İlk olarak sol görüşlü Necdet Adalı, ardından ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu idam edildi. İkisi farklı görüşlerin savunucusuydu. Pehlivanoğlu ülkü yolundan, Adalı ise devrim yolundan gitmişti. İki genç 20 yıllık hayatları süresince birbirinin karşısında durmuştu. Ancak idam ikisini de Karşıyaka Mezarlığı’nda yan yana kabirlerde bir araya getirdi. Darbe öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen 17 yaşındaki Erdal Eren ise, 19 Mart 1980’ta idama mahkum edildi. Darbeci Kenan Evren’in 17 yaşında astırdığı Erdal Eren için söylediği "Asmayalım da besleyelim mi?" sözü ise hafızalardan hala silinmedi. Eren’in idam kararı, Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmesine rağmen, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan kararla ve yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Ulucanlar Cezaevi’nde infaz edildi.

Kod adı "Bayrak Harekatı" olan kara leke: "12 Eylül darbesi"

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan komuta kademesinin de aktif rol aldığı darbenin ana gerekçesi, güvenlik sorunu olarak gösterildi. TRT radyosunda, 12 Eylül sabahı İstiklal Marşı’nın ardından çalınan Harbiye Marşı ve dönemin Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzalı Milli Güvenlik Konseyi bir numaralı bildirisinin okunması darbenin başlangıcı oldu. Bu bildiriyi, 5 bildiri daha izledi. Orgeneral Evren, "TSK kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır" ifadelerinde bulundu.

Kod adı "Bayrak Harekatı" olan darbe, ilk olarak bütün ordu komutanlarına gönderilen emirle 11 Temmuz saat 04.00’te hayata geçirilmek istendi ancak 2 Temmuz’da Süleyman Demirel’in Başbakanlığı’ndaki hükumetin güvenoyu almasıyla plan ertelendi. Aynı plan, yine aynı isimle 12 Eylül’de sabaha karşı uygulandı ve ordu yönetime el koydu. Süleyman Demirel’in Başbakanı olduğu Hükumetin görevden alındığı darbe sürecinde, TBMM lağvedildi. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı askeri dönem başladı. Ülke genelinde ilan ettikleri 13 sıkıyönetim bölgesine 13 generali komutan olarak atayan cuntacılar, Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerini durdurdu. Siyasi partileri de lağveden askeri yönetim, Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit’i Hamzakoy’a, Necmettin Erbakan ile Alparslan Türkeş’i ise Uzunada’ya sürgüne göndererek, siyasi yasaklar getirdi.
Kaynak: iha