Sevgili dostum Dursun Ali Sazkaya’nın Mayıs ayında Okur Kitaplığı Yayınları arasında çıkan Farzet ki Dönemedim- Kaçkarlara Sığmayan Hayatlar kitabı dünyanın ve Türkiye’nin taşrasında yaşayan Laz bir çocuğun anılarından oluşuyor. Daha önce burada kısaca bahsettiğim bu kitapla ilgili Dursun Ali Sazkaya ile konuştum.

Kitabında Karadeniz ve Lazlar hakkında Türkiye’de ezberlerimizi bozan pek çok bilgiler ve olgular var. Kitabını besleyen sosyolojik temeller nelerdir?

Türkiye toplumunun hafızasında genel bir Laz algısı var. Buna göre tüm Karadenizliler Laz’dır. Oysa Rize’nin bir kısmı ile Artvin’in sahil ilçelerinde Laz denilen halk yaşamaktadır. Ayrıca bu bölgede Hemşinliler vardır. Başlıca sosyolojik temel budur. Lazlık, Hemşinlilik ülkemizde çok az bilinen hususlardır. Mesela Lazca diye apayrı bir dilin varlığından sosyologlarımızın bile haberi yoktur.

Türkiye’deki genel algı -yanlış biçimde- Lazcanın, Türkçenin bir şivesi olduğu şeklinde sanki…


Dursun Ali Sazkaya, Farzet ki Dönemedim

Çünkü öyle anlatıldı veya hiç bahsedilmedi. Resmi ideolojinin monist anlayışından kaynaklanan bir mesele. Pasif unutturma, duyarsızlaştırma politikasının yansımalarıdır. Halbuki Lazlarda Türkiyelilik vurgusu çok güçlüdür. Şahsen bırakın temel aidiyet duygularını, ülkemde kaldırım taşı döşendiğinde bile mutluluk duyarım. Ama birileri böyle düşünmemiş belli ki. Asıl tek kültürü dayatanların yerli olup olmadıkları sorgulanmalı bence. Dayattıkları şey de Batı kültürüdür maalesef.

Sosyolojik temellere dönersek bölgenin zengin bir kültür çeşitliliği var. Lazlar, Hemşinliler gibi farklı kültürel geleneği olan halklar yaşıyor burada. Tarih boyunca iki halk dar bir coğrafyada yan yana yaşamalarına rağmen iletişimleri oldukça sınırlı olmuş. Dilleri, kültürleri, etnisiteleri farklı iki toplumdan söz ediyoruz. Bir başka sosyolojik faktör ise gurbetçiliktir.

Evet, benim de çok dikkatimi çeken olgulardan birisi de Lazların ve Hemşinlilerin eskiden beri gurbetçi olmalarıdır. Bunu biraz açar mısın?

Gurbet hadisesi 1850’li yıllara kadar gider. İlginç olan şey, o dönemde insanların neden akın akın Rusya’ya, Polonya’ya gittikleridir. Biraz incelendiğinde ekonomik sebepler karşımıza çıkar. Eskiden çay yoktu; tabi arazi yapısı itibariyle tarım girdisi de çok sınırlı olduğundan dedelerimiz mecburen yabancı memleketlere ekmek parası kazanmak için yelken açmışlardı.

Dursun Ali Sazkaya, Farzet ki Dönemedim

Peki, neden Rusya?

Çünkü Rusya bizden önce modernleşme hamlesini başlatmış ve önemli ölçüde endüstrileşme sürecine girmişti Bu durum beraberinde kentleşme olgusunu doğurarak orta sınıfların oluşmasına ivme kazandırmıştı. Fabrikalarda, altyapı işlerinde çalışacak insan gücüne ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaca cevabı verenlerden bazıları da denizin karşı kıyısında bulunan Lazlar ve Hemşinlilerdi. Özellikle fırıncılıkmesleğinde mahirdi dedelerimiz. Hatta 1880’lere ait Varşova esnaf defterinde bizim köylü olan Hamza Badoğlu veMustafa Badoğlu adlı iki fırıncı “fırıncıların duayeni” olarak tanımlanmış.

Düşünsenize, Çamlıhemşin’den kalkıyorsunuz, dil yok, sermaye yok; buna rağmen iş hayatında zirveye çıkıyorsunuz. Bu meslekî biçimlenim, devrimden sonra Türkiye’ye taşınarak pastacılığı ülke geneline yaymıştır. Denilebilir ki Osmanlı coğrafyasında Rus modernleşmesinin ayak sesleri ilk önceBatum’dan duyulmuştu. Batum dünyaya açılan kapısıydı dedelerimizin. Rus modernleşmesi ileTürk modernleşmesi arasında bir köprü vazifesi gördükleri rahatlıkla söylenebilir. İşte pastacılıkmesleği bu süreçten neşet etmiştir.

Giderken pastacılığı bilmiyorlardı herhalde…

Elbette bilmezlerdi. Bildikleri şey ekmek yapmaktı. İlerleyen zamanlarda Rus mutfağı ile tanışılıyor ve aşama aşama pastacılığa doğru evriliyor bu süreç. Aslında o yıllarda oralarda pasta kültürü var mıydı, doğrusu tam olarak bilemiyoruz. Fakat kentleşme ve orta sınıfların ortaya çıkışının bu mesleği doğurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Esas dikkat çekici şey, dedelerimizin Rus modernleşmesine hızlı adaptasyonlarıdır. Yabancı ülkede sermaye olmadan tutunabilmek ancak üstün meslekî formasyonla mümkün olabilirdi. Bu miras günümüzde tüm Türkiye’de pastacılık sektöründe yeni kuşaklarca başarı ile sürdürülmektedir.

Dursun Ali Sazkaya, Farzet ki Dönemedim

Bölgeye ilişkin kültürel ve sosyolojik okuma genel olarak Marksizm temelli gelişti şimdiye kadar. Sen yerli bir okuma biçimi sunuyorsun.

Şimdiye kadar Lazların genel anlamda sol geleneğe sahip insanlar olarak bilinmesinin temel nedeni Türk solunun Türkiye toplumuna bakışı ile paralellik göstermesidir. Bir perdeleme var. Toplumun inanç boyutunu görmezlikten gelme söz konusu. Bu okuma biçimi ve zihinsel algı, toplumu sadece dil ve müzikal değerlerden tanımlamaya çalışıyor. Oysa en belirleyici kimlik dindir. Türkiye toplumunun en sağlam davranış ve anlam barınağı İslam’dır. Lazlar için de aynı durumun söz konusu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Ben o pozitivist metinleri okuyunca bu halk nerde yaşıyor diye kendi kendime soruyorum. Eksik ve oryantalist bir bakış açısı var. Topluma ruh veren ana damar yok sayılıyor. Hâlbuki Lazlar ve Hemşinliler herkes kadar Müslümandır. Ayrıca Laz gençleri, İslamcı hareketler içinde -bilinenin aksine- çok yoğun ve aktif bir pozisyon almışlardır. Emperyalizmden söz edilecekse eğer, dinin görmezlikten gelinerek dışarıdan yapay duyguların ithal edilmesi buna dâhil edilmeli. Yerli olanı küçümseme, başkasına özenme, yabancılaşmanın ötesinde hastalıklı bir durum.

Türkiye solu, kültür değerleri itibariyle Batıyı kutsamakta sakınca görmemiştir ne yazık ki. Lazların sol gelenekle anılmalarının bir başka nedeni de, Bolşevik devriminden etkilenen Laz gençlerinin Rusya’ya gidip gelmeleridir. Coğrafî yakınlık etkilenmenin dozajını arttırdı kuşkusuz. Helimişi Hasani ve arkadaşları buna örnektir. İnsanlığın gelişimi adına fevkalade bir heyecanla Rusya’ya gitmiş, devrime destek olmuş, ancak Laz milliyetçiliği yaptığı gerekçesiyle parti tarafından Sibirya’ya sürülmüş, işkence görmüş birisidir Hasan. Kendisi devrimden umudunu kesmesine rağmen ardılları bu farkındalığı okuyamamış ve Sovyet rejimine olan hayranlıkları devam etmiştir.

Dursun Ali Sazkaya, Farzet ki Dönemedim

Biz bile seksenli yıllarda lisede okurken Hopa’nın ötesine geçebilmenin hayalini kurardık. Çünkü bize Sarp’ın hemen ilerisinde cennet bir ülkenin varlığı empoze ediliyordu. Sonra hiç bir şeyin anlatıldığı gibi olmadığını anladık tabi ama birkaç kuşak bu sıkı pozitivist algı ile büyüdü. İşte Lazlara dair sosyalist algı buradan geliyor.

Kitapta yiten çocukluklardan yola çıkarak modernite eleştirisi yapıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Modern zamanlar ile eski zamanlar her bakımdan ayrışıyor. Eskinin çocukluğu ile modern zamanların çocukluğunu kıyasladım ve şunu gördüm. Modernite kontrol edemediği, dönüştüremediği her şeyi çağdışı veya toplumdışı ilan ediyor. Çocukluğu bile. Doğal ve kendiliğinden olana tahammül edemiyor. Belirsizliği sayısal verileri için tehdit görüyor. Dolayısıyla onu biçimlendirmeye çalışır, kendi doğrularını dayatır, ehlileştirir. Bu anlamda eskinin tabiat bahçesinde büyüyen çocuklarını kusurlu ve hatta tehlikeli görür. İşlevsel olmadığı için dev mekanizmayı bozacağından endişe eder. Modern ayine uydurmak ister çocuğu. Üretim ve pazarlama döngüsünün parçası haline getirmek için çocukları erken yaşlarda kendi kurgusal, biçimsel oyunlarına mecbur bırakır. Şimdiki oyunlar bile formel. Hiç bir şey kendiliğinden değil. Kazanım numarası ve puantajı olmayan oyunlara yer yok modern dünyada. Bu kapatılmayı, tek kültüre indirgenmeyi işaret etmeye çalıştım.

Kitabıma derinlemesine bakılırsa modernite eleştirisi görülecektir. Böyle giderse gelecekte bütün çocuklar Amerikalı olacak. Kimse yerel kimliğini koruyamayacak. Bunun için çocukluğa vurgu yaptım. Ebedi yurdumuz çocukluğumuzdur çünkü. İnsan saklı cennetinden çıkarsa cehenneme düşmesi kaçınılmazdır.

Trabzonspor’u da anlat biraz. Hatta Trabzonspor ile İmam-Hatipli olmak arasında bir bağlantı kuruyorsun.

Dursun Ali Sazkaya, Farzet ki Dönemedim


Çamlıhemşin İmam Hatip Lisesi
’ni devletin yaptırmadığını, halkın kendi imkanları ile Fırtına Deresi’nin dibine bu okulu binbir zorluk ile kondurduğunu öğrendiğimde bu beni çok etkiledi. Çok şaşırmıştım. Bir devlet neden çocuklarına okul yapmazdı? İlerleyen günlerde ağabeylerimizden bunun nedenlerini öğrenmiştik. Üvey evlat olduğumuzu artık biliyorduk. İlçede yapılan bilgi yarışmalarında, spor müsabakalarında bir kere olsun devlet memurları bizi alkışlamadı. Kazanmamıza rağmen alkışlamadılar. Bu dışlanmışlık bize bir kimlik verdi.

Trabzonspor için de aynı durum geçerli. Merkez medya ve büyük sermaye, yazarlar, çizerler bu takıma hep üvey evlat muamelesi yapıyorlardı. Rahmetli dedem bana Şenol Güneş’in formasını almıştı. Henüz daha çok küçüktüm ve inanılmaz mutlu olmuştum. Sonraki yıllarda İmam Hatiplilikle Trabzonsporluluğun özdeş kimlikler olduğunu fark ettim. Biz İmam Hatipliler bu dışlanmışlığı gayretlerimizle aştık ancak Trabzonspor için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

Genel olarak kitapta derin bir umutsuzluk duygusu hakim. Niye?

Çünkü modern kültürün eritici potasında yok olmak üzere olan bir kültürden söz ediyoruz. Umutsuzluğu görmek cesaret ister. Ben aslında feryat ediyorum. Unutulacak bu gelenek, çok açık. Bari bir ağıt yakayım dedim. Tarihe karşı sorumluluk duygusuyla yaklaşıyorum. Binlerce yıllık değer örüntülerine, eski insanlara selam söylemek istedim bir nevi. Her kültür insanoğlunun bir hazinesidir. Ama ne yazık ki bazı değerler ilelebet yaşama şansını bulamıyor. Geçmiş olmadan gelecek anlaşılamaz. Kierkegard şöyle der: “Hayat sadece geriye bakarak anlaşılabilirken ancak ileriye bakarak yaşanabilir.” Bu gidişle başta Lazlar olmak üzere pek çok millet geleceğini yitirecek. Batı her şeyi ezip geçiyor, ilkel gördüğü bütün duygu formlarını bozuyor çünkü.

 

Selçuk Küpçük konuştu