Bir çocuk için en değerli eşya ne giysi, ne ayakkabı, ne kitap ne de defterdir; bir çocuğun en değerli malvarlığı oyuncaktır.

Üçüncü sınıfa gidiyordum, amcamdan bir mektup aldık, İstanbul’dan bana bisiklet göndereceğini müjdeliyordu.

Günü gelince heyecan içinde çarşıya indik, otobüs acentesine bırakılan emaneti aldık. Orta büyüklükte bir paket. Koca bisikleti nasıl sığdırmışlardı acaba diye meraklandık.

Evde paketi açarken kalbim küt küt atıyordu. İlginç bir bisiklet olmalıydı. Kutuya sığdığına göre parçalara ayrılabilen bir çeşidini yapmışlardı herhalde.

Paketten çıka çıka bana ayakkabı çıktı, gömlek çıktı, kazak çıktı, eldiven çıktı, bere çıktı… Lüzumsuz şeyler yani. Aradığım şey en dipteki minik kutucukta olacak değildi. Onu da açtık. Tahminimin aksine, bahsedilen bisiklet oradaydı. Dört adet oyuncak…

Hayal kırıklığı içinde boynum öne düşmüş olmalıydı ki, babaannem değneğini eline aldı, hışımla kapıdan çıktı, az önce kat ettiği onca mesafenin yorgunluğuna aldırmaksızın yola koyuldu, postaneye gitti, amcama telgraf çekti.

O hınçla ne yazdırdıysa, bir hafta sonra üç tekerlekli gerçek bisikletim elimdeydi…

Evlat sermaye ise torun kâr… Kâr ortaya çıkınca ninelerin-dedelerin gözü sermayeyi görmez…

***

O üç tekerlekli bisiklet altımızda paralandı adeta, kullanılmaz hale gelinceye dek arkadaşlarımla tepe tepe sürdük. Tatil günlerinde çarşıya iniyor, helak olana dek biniyorduk.

Bir gün Mehmet, Yılmaz ve ben Rize-Trabzon karayolunda dönüşümlü kullanıyorduk. Sıra Mehmet’teydi, Yılmaz da arkasından itiyordu. O anda bir otomobil hızla geçiyordu. Elimde küçücük bir kalem vardı. Sen kalk o kalemi arabaya fırlat, o kalem de arabanın açık camından gitsin, sürücünün kafasına çarpsın…

Bereket kaza filan olmadı. Zınk diye durdu araba. Yılmaz’la ben yoldan aşağı attık kendimizi, sürücünün hışmından kurtulduk. O da Mehmet’i, altındaki bisikletle birlikte rehin aldı. Mehmet kimin umurunda! “Eyvah!” diye geçirdim içimden, “Gitti canım bisiklet.”
Sindiğimiz yerde bir süre bekledik. Birkaç dakika sonra Mehmet yanımızdaydı. Bisiklet de elinde. Sürücü biraz nasihatte bulunmuş, sonra da gazlayıp gitmiş.

Yılmaz, bisikleti yitirdiğimiz anda yüzümdeki kaygıyı okumuştu.

“Ula!” dedi, “Alabilurler miydi pisikleti! Giderduk postaneye, hukumete bi telefon ettuk mi, araba Surmene’ye gitmeden çevirirlerdi yoluni.”
Vatandaşının hukukunu gözeten hükümetler tarafından idare edilen bir ülkede yaşamak müthiş bir şey. Daha da güven vereni, insanın, hükümet üzerinde bu derece etkili dostlara sahip olması.